1865’te Saint Petersburg’da doğan Dimitri Sergeyeviç Merejkovski, Rus sembolizminin kurucularından biri olarak kabul edilir. İçine kapanık bir çocukluk geçirdiği için edebiyatla olan ilişkisi küçük yaşlardan itibaren başlar Merejkovski’nin. İlk şiirlerini 13 yaşında yazar. 15 yaşına girdiğinde babası onun şiirlerini Dostoyevski’ye gösterir ama Dostoyevski şiirleri sevmez. “Zayıf, kötü, işe yaramaz,” der. Sonra da şöyle ekler: “İyi yazmak için acı çekmeli.”
Merejkovski yine de yazmaya devam eder. İlk şiirlerini ve düzyazılarını dergilerde yayınlatır. Onu tüm dünyaya tanıtacak olan üçlemesi ‘Mesih ve Deccal’i ise 1895 ila 1904 yılları arasında yazar. ‘Tanrıların Ölümü (Mürted Julianus)’, ‘Tanrıların Dirilişi (Leonardo da Vinci)’ ve ‘Deccal (Petro ve Aleksey)’ isimlerine sahip olan bu üçlemenin ilk cildi geçtiğimiz günlerde Kayhan Yükseler’in çevirisiyle Ketebe Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. “Mürted Julianus”un, Merejkovski’nin Türkçeye çevrilen ilk kitabı olduğunu da söylemek gerek.
10 YILDA 23 BASKI
Merejkovski “kişisel dindarlık” ile “resmî din anlayışı”nın çatışmasını gençlik yıllarında aklında ve kalbinde uzun müddet gezdirmiş ve karşıtların sentezinden kendi fikirlerini doğurmuş biridir. ‘Mürted Julianus’ romanını da zaten karşıt kutupları bir araya getirerek yazar.
Romanı yazmaya başlamadan evvel, onca parasızlığına rağmen Yunanistan ve İstanbul’u merkezine alan bir geziye çıkar. Hatta dönüş yolunda yiyecek alacak parası bile kalmadığından yüzüğünü satar. Nihayetinde Rusya’ya vardığında üçlemenin ilk kitabını yazmaya başlar ama tartıştığı meseleler sebebiyle bunu tefrika ettirecek bir yayınevi bulmakta zorlanır. Uzun uğraşlar sonrasında “Severnıy Vestnik” dergisi romanı kabul eder ancak onu sansürlü şekilde yayınlar. Belki de bu yüzden ilk etapta çok ilgi görmez.
Merejkovski Bolşevik Devrimi’nden sonra yurt dışına çıktığında kitapları Avrupa dillerine çevrilir. Hatta ‘Mürted Julianus’, Fransa’da 10 yılda 23 baskı yapar.
PAGANİZM VE HRİSTİYANLIK ORTAKLIĞI/DÜŞMANLIĞI
Roman, 361’den 363’e kadar hüküm süren Roma İmparatoru Julianus’u konu edinmektedir. Orta Çağ’da azılı bir Hristiyanlık düşmanı olarak bilenen Julianus, Aydınlanma’dan sonra özgür bir düşünür olarak anılmaya başlanır. Bunun sebebiyse Julianus’un hüküm yıllarında, ölmekte olan pagan dinini canlandırıp Hristiyanlık karşıtı bir yerde durmasıdır.
İlk bakışta bu karşıtlık çok keskin görünür fakat Merejkovski için mesele bu kadar basit değildir. Merejkovski bu karşıtlığı birbirine içkin olarak okur ve bu fikir sadece teorik düzeyde tartışılan bir mesele değildir, romanın mekânları ve karakterleri de bu ikilikten nasiplerini alır. Örneğin yıkık Apollo Tapınağı’nın taşlarından Aziz Mauritius Bazilikası inşa edilmiştir. Hatta İmparator Julianus’un iki hocasından biri Hristiyan, diğeri pagandır.
Ancak Julianus ilk etapta bu gerçeği fark etmez; paganı güzellik ve uyumla, Hristiyanlığı ise kötülük ve barbarlıkla eşdeğer tutar. Tabii onun böyle düşünmesinin tek sebebi felsefi tartışmalar değildir, Julianus’un babası ve erkek kardeşi Hristiyanlarca öldürülmüştür, kendisine de defalarca suikast girişiminde bulunulmuştur.
‘EĞER BUNU YAPABİLİRSEN…’
Julianus Hristiyanlığa karşı mücadeleye giriştiğinde sadece bir yıkımda bulunmaz, yıktığı şeylerin yerine de pagan geleceklerini kurmaya çalışır. Romanın temel meselesini oluşturan bu mücadele son derece sert bir şekilde ilerler. Ne var ki adım adım oluşturulan “cennet”in ilk önce pek istenildiği gibi olmadığı ortaya çıkar, sonra da paganizmle Hristiyanlığın sanıldığı kadar birbirine karşıt durmadığı anlaşılır. Aslında Julianus bu durumu içten içe bilmektedir. Hem de başından beri. Zira onun için İsa bir yönüyle “korkunç bir Tanrı”, bir yönüyle de “iyi bir çoban”dır.
Maximus da, Julianus’un ataları gibi klasik bir Helen’den ziyade bir Hristiyan’a benzediğini, bir Hristiyan gibi yaşadığını söyler: “Oruç tutuyorsun, iffetlisin, kederlisin, merhametlisin, kendine Hristiyan düşmanı diyorsun ama kendin bir Hristiyan’sın.”
Sona doğru Julianus’un İsa’yla barışması da zaten bu sebeple gerçekleşir ama burada önemli bir ayrım vardır: Julianus “korkunç Tanrı”yla değil, “iyi çoban”la uzlaşır. “Seni nasıl sevdim, iyi çoban, sadece seni…” der.
Böylece roman farklı bir ivme kazanır ve paganizmin hakikatlarıyla İsa’nın hakikatlarının birleşim noktaları üzerinde ilerler. Maximus, Julianus’a, “Eğer bunu yapabilirsen yeryüzünde eşit olarak doğan herkesten daha büyük olacaksın,” der.
‘BENİM GERÇEK EVİM, AİT OLDUĞUM YER GEÇMİŞ/GELECEKTİR.’
‘Mesih ve Deccal’ üçlemesinin ikinci kitabında Leonarda da Vinci’yle birlikte bu sentez denklemine bilimsel bilgi/hakikat ilişkisi eklemlenir. Üçüncü kitap ‘Petro ve Aleksey’de ise hem bütün tartışma toparlanmaya çalışılır hem de siyasal reformlar ve dinsel tartışmalar, daha büyük bir şekilde, Rusya üzerinden yapılır.
Bu iki kitabın da kısa sürede çevrilmesi dileğiyle yazıyı bitirmeden, Merejkovski’nin hem hayatının hem de ‘Mesih ve Deccal’ üçlemesinin bir özeti olarak nitelendirebileceğimiz şu cümlelerini ekleyelim:
“Birçok insan benim tarihi roman yazarı olduğumu düşünüyor ki bu yanlış. Geçmişi sadece Geleceği aramak için kullanıyorum. Şimdiki Zaman benim için bir tür sürgün. Benim gerçek evim, ait olduğum yer Geçmiş/Gelecektir.”